2011 Gelir Ben Giderken... (14.01.2011)
İleri bir tarihi beklerken ya da beklemeğe çalışırken ister istemez aklına geçmiş geliveriyor. Güzeldir geçmişi unutmamak zihninin köşesinde dipdiri kalıvermesi canlı tutar insanı deneyimli olmanın verdiği rahatlıkla yaşar kişi. Adımlarını düşünmeden atıverir çoğu zaman ne de olsa deneyimlidir artık bu işlerde...
2011 üzerime doğru koşarken bilinmezliğin emniyetsiz sularına girmenin heyecanını taşıyordum, misafir yılımızın hevesini kaçırmamaya gayret ediyorum fakat misafirperver ev sahibi edasıyla duramıyorum işte…
İyi dilekler, mutluluklar, başarılar da dilemiyorum kendim için nasıl olsa bir simyacı kulağıma fısıldamıştı gözyaşından ağız dolusu gülücükler, kayıplardan kazançlar, başarısızlıklardan umut elde etmeyi… Göz ucuyla yanları kolaçan ediyorum aklıma gitmek geliveriyor hani Evliya Çelebi’den, Jules Verne’den, Pir-i Reis’den bulaşan gitme isteği... İnsan bir şeyi beklerken tam o anda durması, b e k l e m e si, s a b r e t m e s i gerekirken neden gitmek ister? Çelebiden görüp imrendiği gitme dürtüsünü, Mevlevilerden aldığı sabır gücüyle neden aynı ringe çıkarmaz ki? İyi olan kazansın denmemeli miydi? Çelebilik mi yapar insana öğrendiği tüm bilgiler? Dışarıdan gelen dürtüleri engelleyecek ego gücü yok mudur? Hazzın peşine düşenin gördüğü siluet nedir? Çatal burun avcı köpekleri gibi kokusunun izini sürdüğü yaralı kimdir? Düş olup geceleri peşine düşüren yanılsama neydi? Derinlerden, uzaklardan ruhunu çağıran o ney sesinin öznesi kim di? Sofistike sorularla anlayabilir miyiz sizce? Anlatayım.
Lise kütüphanesinin raflarında eski bir kitabın içinde rastlaşmıştım ona, ‘Knidoslu Afrodit’… Sanırım gerçeküstü varlık sanmıştım onu… Yaşama omuz silktiğimde onu düşünürdüm, matematik öğretmeni türevi anlatırken pencereden görülen Akdeniz’e bakarak, Knidos’a gitme arzusuyla başladı yolculuk hayalleri… Sanırım deniz kıyısında büyüyenlerin laneti buydu hep yatay eksende baktığımızda, gözümüz ilerlerde bir yerlere takılı kalıverirdi... Ufuk çizgisinde bulurdum kendimi… Sonra mı? Öğretmenin derse çağıran müşfik sesini duyuverirdim yeniden... Türev…!
İlk gençlik yıllarında bir sarkacın salınımlarında nasıl gidip geldiğimizi anlamlandıramadım... Bazen sarkaçla Knidos’a gidip Afrodit’i aramak bazense kütüphanemizde türevi adam akıllı öğrenmek... Bulmuştum... Yaşam buydu işte bazen hazzın (hedonizm) peşinde koşmak, çalışmanın (püritanizm) ve üretkenliğin yatağına girivermek… Birinde fazla kalınmamalıydı hepsinin saati belliydi... Saat tam 12 olduğunda dışarıda bekleyen fayton kabaktan arabaya, ayağındaki cam ayakkabı terliğe dönüşebilirdi... Zamanı geldiğinde olman gereken yerde olmalıydın... Bunu beceremeyenler... ahh yolda kalanlar... Yarım kalanlar... Yaşam yarım kalıyordu onlar için... Bir sarkacın salınımlarına salınıyordu hayat dedikleri... Yaşamın sadece yatay eksende salınım hareketi yapmadığını, dikey eksenin varlığını fark ettiğinde Varoluşa ait sorular geliveriyordu…
Knidoslu Afroditin kokusunu taşır Akdeniz’in meltemi her sahil çocuğu bilir o kokuyu çağırır kendine Afrodit hazzın kokusunu hissedip baba evine gitmek mi? Ne mümkün...
Yaşam hep karşıtıyla beraber bulunuyor; çaldığı çan sesleriyle kiliseye çağıran bir zangoç, sabah ezanıyla ibadete çağıran müezzin, okula geç kalmaman için seslenen annen, yanında kalmanı söyleyen ilk yavuklun, harçlığını vermek için seslenen baban, sahilde bira içmeğe çağıran kanka, yaşamın sırrına ermek için düşünmeye çağıran, sözleri yüzlerce yıl öncesinden gelen feylesof, kokusuyla-gözlerinin-dibine çağıran Knidoslu Afrodit… Herkes bir yerlere çağırıyordu. Kuşbakışı baktığında hepsi aynı sarkacın salınım güzergâhındaki beklendik koordinatlardı. Sarkacın her bir turunu bitirdiğimizde yeni bir yılı büyümüş olarak karşılıyorduk hoş geldin yeni yıl fakat o da ne??? Sarkacın hızı, ivmesi, momenti ve hareketin vektörünün yönünün değiştiğini ürpererek hatırlıyorum her bir turu bitirip yeni tura başlarken… İşte büyümek dedikleri bu olmalıydı; Alışıldık rotalardan farklı yönlere sapıvermek, nesneleri deneyimlemek, özneyi kristal toz bulutu gibi sarmak fakat içsel dengeyi, yaşama itkisini ve yarın n’olcak merakını koruyarak ne olursa olsun salınmaya hevesle devam etmekti yaşamak
2011 gelirken ben ‘yine’ giderken, geçmişin deneyimlerinden elimde kalanlara bakıveriyorum. Yol arkadaşlarım ve iz bıraktıklarım, iz bırakanlar, terk etmek zorunda kaldıklarım, nefesiyle nefesimi senkronize ettiğimden beri oluşturduğum yapay ritmin bozulmaması için çaba sarf ettiklerim, kokusunu üzerimden atmak için ege sularında arınmışlıklarım, belleğimde yeşerip düşüme girmesi için adını adımdan önce andığım o isim ve her birinde hevesimi bıraktığım şehir benzeri mola yerlerim... Ne kaldı ki elimizde yaşam hevesimizden başka?
Yaşamı yatay ve dikey eksende değerlendirmek bile yetmiyor artık 3.boyut, 4.boyut, 5D, 6D... Asla bilemeyeceğimiz sırdır yaşamak... Hevesinizin ve şarkınızın bitmemesi dileğiyle…
Cengiz Cengisiz, Dr
Psikiyatrist, Mersin 2010