Koşulsuz Kabul Penceresinden ‘Öteki’ (26.04.2011)
Yasemin ŞENGÖR
Ünlü Fransız fotoğrafçısı Yann Arthus Bertrand, tam beş kıtadan yetmiş ülke gezerek yaptığı binlerce röportaj yolu ile farklı kimlikleri, fikirleri, yaşamları belgesel formatında karşımıza çıkartıyor. 2009 tarihli yapımın adı “sen de bir ötekisin… bir diğerinin penceresinden…” gerçeğini yüzümüze vurmak ister gibi: “6 milyar Öteki”
Belgeseli izlerken düşünmeden edemiyorsunuz: bizden çok uzaklarda dünyayı paylaştığımız nice insan var. Her biri kendi hikayesini yaşıyor. Hayata baktığımız pencerelerin dar çerçevelerinden onları birer “öteki” olarak görsek bile kimlikleri, renkleri, inançları ne olursa olsun hepsinin hisseden bir kalbi var…
Elif Şafak, ilk romanı Pinhan’ da “öteki” kavramına “insan” penceresinden bakarak buna benzer bir sonuca varıyor. O, “öteki”ye “yaşadığımızın dışında hikayelere sahip olan” şeklinde yaklaşarak yarattığı kahramanlarda ötekiliği, fiziksel yetersizlikler/kusurlar sınırlarına hapsetmeye çalışıyor.
Pinhan’ ın çift cinsiyetli, Nevres’ in topal, Ceviziçi Tahir’ in köse, Cüce Cafer’in kısa boylu oluşlarını onlara kendilerini farklı hissettiren özellikler olarak vurguluyor. Onları fiziki özellikleri ile farklı kılarken biryandan da hüzünleri, yalnızlıkları, öfkeleri ve insanca yönleri ile bizlere yaklaştırıyor.
ÇEMBERLERİ DARALTMAK DEMEK
Çember içine alır. Kuşatır, korur kollar, ya da saklar. Pinhan’ da ise çemberler, sınırladıklarını yok etmeyi amaçlar. Onların etrafında kalın duvarlar örüp, büyümelerini, yayılmalarını engeller.
Pinhan romanında Nevres’in siyah karıncaları etraflarına çamurdan halkalar çizerek yok etmeye çalıştığı oyun, çemberin kuşatan rolünün sınırlarını zorlar. Ona bir nevi savaşçı etiketi yapıştırarak, çembere yok etme yeteneği verir.
Nevres, beyaz karıncayı dışarıda bırakarak, siyahları yok etmek ister. Ancak burada önemli bir çelişki vardır. Nevres, savaşını farklı olanla değil, birbirine benzeyen kitle ile verir. Onları elindeki yoğurtlu ekmeği üzerlerine atarak, ötekine benzetmeye beyaza boyamaya çalışır. Farklı bir diğer ifade ile öteki olanı, yani beyaz karınca Erda’yı çemberin dışında bırakır. Nevres’ in bu oyununda cemaat ilişkisine, topluluğa, bir başka ifade ile sürü olmaya yönelik bir başkaldırı vardır. Bu başkaldırı, gizil güçleri olan aynı zamanda da topal bacağı ile toplum içinde dışlandığını hisseden Nevres karakteri ile uyuşmaktadır. Belki de Nevres, sıradan bir çocuk olsaydı okur olarak ondan beyaz karıncayı yok etmesini bekleyecektik.
Pinhan’dan çıkıp gerçek hayata döndüğümüzde çok daha katı çemberlerle karşılaşıyor insan… Bilincimizde en çok yer etmişlerden birisi olan ırkçılık mesela. Beyaz insanların arasından ayıklanmaya çalışılan siyah derililer… Ortaçağ karanlığında deli olarak nitelendirilenlere karşı yapılan zalim uygulamalar… Herhangi bir farklılığı nedeniyle çemberlerin içine alıp yok edilmek istenen kitlelere sadece küçük bir örnek…
İnsanlık tarihi, kendisinden farklı olanı yok etmeye, değiştirmeye, kendisine benzetmeye çalışan örneklerle doluyken ve bu örnekler her geçen gün artan oranda Ortaçağ karanlığını aratmayacak şekillerle karşımıza çıkarken Mevlana’yı daha çok anıyorum… Hani diyor ya:
“Her ne olursan ol, yine gel!”
Seni olduğun gibi kabul ediyorum, diyen bir felsefe. Her türlü etnik, dini, pozitif ayrımcılığın karşısında duran ve gücünü psikolojide ‘koşulsuz kabul’ olarak bildiğimiz kavramın ta kendisinden alan…
ÖLÜM VE SIKINTIDA BULUŞMAK
Pinhan romanına dönmek istiyorum. Çemberler, ötekiliğin sınırlarını daraltırken, ölüm ve sıkıntı halleri ötekiliğin sınırlarını zorlar. Ve hatta bu sınırları kaldırır. Dürri Baba türbesi mezarlığı, insanlar arasındaki farklılığın ortadan kalktığı bir mekandır. Devrini tamamlayan ve belki de dünyada birbirlerine koşulsuz kabulden uzak her türlü insan, arkalarında bıraktıkları mezar taşı ile bir mezarlıkta buluşur. Dürri Baba mezarlığı tasviri, aslında şunu söyler:
Ölümde eşitiz. O hepimizin sonu. Mezar taşımızın yanında kim olduğunun önemi yok. Mezarlıkta kim olduğumuzun önemi olmadığı gibi. Öyleyse yaşarken birbirimizi niçin ötekileştirelim…
Ne dersiniz, bunu çok daha fazla düşünmemiz gereken ve koşulsuz bir kabulü hayat felsefelerimizden birisi haline getirmemizi zorunlu kılan yeterince ötekileştirmeye, ayrımcılığa tanık olmadık mı!