Varoluş Üzerine (16.11.2011)
Ezeli ve Ebedi Dostum Minervanın Baykuşuna…
“(…) Zira burada yeri gelmişken hemen itiraf etmeliyim ki, benim kendisinden her zaman bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski’dir. Dostoyevski, benim hayatta karşılaştığım en mutlu olaylardan biridir.” (Nietzsche F, Putların Alaca Karanlığında, Çev. Kutoğlu S, syf. 108)
Üniversite öğrenciliğimde yaz tatili vesilesiyle geldiğim Mersinde aylak aylak gezinirken, ara- belki de arka -sokakların birinde, pejmürde bir dükkanın kapısında İçel sanat kulübünün ilanını fark etmiştim. İlanı okurken içerinin resim atölyesi olduğunu ve mitolojik figürlerden oluşan tuvallerin atölyeyi doldurduğunu fark ettim. Düşünmeden içeri girdim. Girdiğim kapının başka bir dünyaya açıldığını, içeriden gelen cızıltılı opera aryaları (atölyede her daim ‘Bayram FM’ in klasik müzik kanalının açık olduğunu sonradan öğrendim) ve tuvallerde gördüğüm mitolojik figürler beni heyecanlandırdıkça ilerliyordum. Aslında çok geniş sayılabilecek bir mekandı fakat her yer tıka basa tuvallerle doluydu. İçeride ki tiner ve boya kokuları nefes almamı güçleştiriyordu ve 15-20 adım sonra büyük bir masanın ortasında oturmuş. 65-70 yaşlarında saçı başı ağarmış fakat gözlerinden yaşam fışkıran birinin gözlerini üzerimde hissettim. Ağzı dolu olduğu için konuşamıyordu yarım somun ekmeğin içine biraz beyaz peynir, biraz domates biraz yeşil biber koymuş yemeğe çalışıyordu. Önündeki piknik tüpünde kaynattığı çayı vardı. Lokmasını tavşan kanı çayından bir yudum alarak yuttu ve sordu;
-Hayırdır evlat?” ,
- Merhaba, kusura bakmayın rahatsız ettim. Resimler ilgimi çekti bakmak istedim.
–Tamam, bak o zaman
… Yaklaşık 30-40 dakika resimler baktım bu arada hiç konuşmuyorduk. Resimlerin aşağı yukarı hepsine göz attım fakat anlayamadığım bir iki şey vardı. Resimler bir puzzle’ın parçaları gibiydi.Tuvalleri yan yana koyduğumda b’şey ortaya çıkacak gibiydi fakat tek tek anlaşılması oldukça zordu.. Bir sonrakine baktığında bir öncekini tamamlıyordu. Kullandığı boyada biraz farklıydı acaba karışım olabilir mi diye düşünmüştüm ya da yok yok kesin akrilik bunlar dediğimi anımsıyorum. Yemeğini yemiş şimdi de keyifle kitabını okumakla meşgul ressama dönerek;
–Resimlerinizde hangi boyayı kullanıyorsunuz?
Ressam: - (gülümseyerek) aferin evlat doğru soruyu sordun ama cevabını veremem bu boyayı bir bitkiden özel bir yöntemle elde ediyorum. Kök boya yani…
-Güzelmiş... Toprak gibi kokuyor… Çamurumsu… insan gibi…
Ressam: -Ne iş yapıyorsun?
-Öğrenciyim. Tıp doktoru olacağım.
Ressam: -Doktorları pek sevmem. Biraz cimri olurlar (gülüşüyoruz). Bu aralar kardiyolojik sorunlarım olduğu için sürekli gidip geliyorum. Hatta resimlerimden 1-2 tanesini hediye götürdüm kardiyologların hoşuna gitti. İyi bakıyorlar bana(gülüyor). Aslında ayaklarımda falanda sorun var.. ihmal ediyorum. Gitmiyorum…
Bu diyalog aramızdaki samimiyetin ilerlemesini-kısmen-sağladı. Sonrasında 4-5 kez daha gidip geldim Mersinde olduğum süre içinde.
Ressamın hepimize örnek olması gereken yaşam öyküsü vardı. İzin verirseniz kısaca bahsedeyim. Karayolları genel müdürlüğünden emekli olmuştu. Ankara üniversitesi dil tarih fakültesi mezunuydu. Türkiye’nin her yerinde görevi gereği bulunmuş. Evlilik yapmış ve yetişkin çocukları vardı. Emekli olduktan sonra önce heykelle ilgilenmeye başlamış. Öncesinden kesinlikle bir ilişiği yokmuş heykelle. İlk defa mersinin bir ilçesinde rölyef yapmış ve sonrasında heykelde vazgeçip çeşitli resimlerle başlamış yolculuğuna.
İşportadan aldığı ince uçlu- çin malı-pilot kalemlerle sayfalar dolusu karalamalar yapmıştı. ‘Bütün ev bitik pilot kalemle dolmuştu’ diyordu. Atölyede her yer bu karalama kağıtlarla doluydu. Bu karalamaların ilerde yapacağı tuvallerin habercisi olduğunu kendide bilmiyormuş. Aniden konuşmaya başlıyor ressam;
“Bir eksiklik hissettim… (uzunca bir bekleme süreci oluyor. Sessizliği bozmadan sakince bekliyorum) Burada Mersinde doğdum… Beni rahatsız ediyor bu toprakların özgün yazılı bir mitinin olmaması. Evet! Evet bu rahatsız etti beni! ” diyor. Sanırım buradaki sorumluluk duygusu önemli. Yaklaşık 70 yaşında ve emekli olan bir insan nasıl olurda bulunduğu coğrafyanın mitinin olmamasının eksikliğine duyarlılık gösterir ve bunu duyumsar, sorumluluğu üzerine alır ve eyleme geçer. İşte tam buradan başlanmalı belki var’oluş konusuna.
Var’oluş, kişinin yalnız başına-özgürce-oluşturduğu ve hayatla kurduğu anlamlı tüm ilişkileri kapsayan eylemliliktir. Özellikle- yalnızca -bir harekettir, eylemdir... İmkansızlıktan mümkün olana yönelen sıçramadır. Geriye, ileriye ya da olduğu yerde bir sıçrama...
Kişinin zihninde tasarladığı dünyayla, dışarıda bulduğu dünya arasındaki farkı kavrayıp yaşamı dansa kaldırabilme sıcaklığı oluşturabilmesi ve dansı becerebilme yetisi olarak anlaşılabilir fakat bu kadar sığ bir açıklama gayretiyle tanımlanamaz. Biricik b’şeydir. Herkesin kendisinin oluşturması gereken (asla oluşturamayacağı) anlama gayretidir. Oluşturamayacağını bilmesine rağmen azimle kimi kez patinaj yaparak anlayabileceği, ‘anlamamayı anlamanın’ kabulüdür.
Var’oluş, bireyin varlık nedenini anlamlandırma çabasıdır. Kişi varlık nedenine dair kaçınılmaz sorgulamalarda, iç sesinin ‘yeniden’ bilince getirdiği: ölümlülük, anlamsızlık, yalnızlık, özgürlük, sorumluluk, yaşamın amacı, yabancılaşma.. gibi soruları kişinin varlığına yöneltir. Tüm bunlar bilinip anlaşılamamışken yaşamdaki istek ve seçimlerimiz karşısındaki hayrettir! Hayrettir! Çünkü sorgulanmadan oluşan -oluşturulan- yönelimlerimizin ve eğilimlerimizin anlamsızlığı karşısında hissettiğimiz bulantı hissidir var’oluş. Belkide ilk adımda ‘elde kalan’.. hayır hayır.. ‘elde var!’ diyebileceğimiz biricik, yegane anlam yumağıdır ‘bulantı’. Acziyetimizle yaşadığımızın farkına vardığımızda üzerimize abanan ağırlıktır var’oluş
Huzuru ve düzeni arayıp bulmuşken. Üstelik tüm bunları istifliyorken. Var’oluşsal anlam bakımından biriktirdiklerinizin sizin anlamsızlığınıza büyük katkı yaptığını fark ettiğinizde: Ellerinizden kayıp gitmelerine izin verdikçe çoğalan anlam bulur Var’oluş. Eksildikçe çoğalacak anlamınız. Siz yalnız kaldıkça çoğalacak. Bu yüzden yeniden hep en baştan, inatla, hırsla, kanla, terle, vazgeçişlerle, kopuşlarla inşa edilecek değer kazanacak anlamdır Var’oluş.
Varoluş… Varoluş… Varoluş…
Omuzlarınıza birden yükleniverir kaçamazsınız. Hesaplaşmalısınızdır. Açıklayamaz, kavrayamaz, anlatamazsınız. Dayanılır, sabredilir.. asla alışılamaz. Nefes nefese ama çok yavaş kavranabilir belki. Diyalektiğin kendisidir var’oluş. Bu yüzden en çok Dostoyevski’dir varoluş.
Sadece sessizlik içinde sesi duyar, anlarsınız. Arkadaşlarınız, dostlarınız, sevgiliniz, eşiniz,çocuklarınız, köpeğiniz, kediniz, kaplumbağanız hep yanı başınızdadır.. oysa onlar yaklaştıkça çoğalan bir yalnızlığınızı oluştuverir. Çevreniz kalabalıklaştıkça derinleşen bir yalnızlıktır varoluş … Huzursuz, uykusuz, kafası karışık, gözleri uzaklara dalan, biraz tripli, sürekli burnunu çeken ‘ezelden hasta’ haylaz bir ergendir Var’oluş. Sahip olması gerektiğine ‘inandırıldıklarından’ feragat ettikten sonra gerçekten sahip olması gerekenler listesi oluşturduğunda aklına ilk gelendir var’oluş?! Hep büyük harfle yazılan cins bir isimdir Var’oluş. Özgürlüğün sizin seçimlerinizde olduğunu anlayıp bu sorumluluğu üzerinize aldığınızda ve yaşamdaki kayıpları/kazançları ‘ötekilere’ yüklemediğinizde biraz daha anlam kazanacak bir uğraştır Var’oluş.
***
Yaşamınızdan size ait ‘olmayan’ parçaları tasfiye ettikçe, size ait olan parçaların Var’olmalarını onların yaşam alanlarını arttırarak, büyüyüp serpilmesine vesile olursunuz.
Bazen kalabalıkların bireysel Var’oluşa dikte ettiği yabancılaşma en temel bulantı sebebi olur. Tam yaşamınızın kalbine odaklanmış y a b a n c ı l a ş m a! Belki de ressamın tuvale dönmesi ve ondan yardım istemesi bir yabancılaşmanın getirdiği bulantı hissinden kurtulmak için.. Kim bilir? Burada psiko-biyografik analiz yapma niyetinde değilim. Farkındalık yaratmak istediğim Var’oluşun üretimle gerçekleştiğidir. Var’oluşu anlatmaya çalışan tüm sanatçılar/düşünürler edebi eserler vermişlerdir. Teoriyle kapsanıp kavranamayacağı fikri nettir.
70 yaşındaki Akdenizli ressamın; resim atölyesine neden döndüğünü resimlerinden gelen melodilerin büyüsüne kapılıp giden gemicilerle yok oluşu seçtiğinizde, Rilke’nin anladığı biricik Var’oluşu şiirlerinde, J.P.Sarte’ın Var’oluş algısını ancak ‘Bulantı’yı okuduğunuzda, Katolik Varoluşu Gabriel Marcel’in piyeslerinde, Kierkegaard’ın; ( insanın hep kaçıp durduğu) ölüme giden varlık oluşu gerçeğiyle yüzleştiğinde ortaya çıkan endişesini ‘Kaygı Kavramı’ kitabını nefes nefese bitirdiğinizde, Kafka’nın; Var’oluşsal tiksinti duygusunu ‘Dönüşüm’ romanını bitirip her sabah yolunuza çıkan çiçeğe baktığınızda, Albert Camus’da; kişinin yaşadığı topluma ve eylemlere nasıl yabancılaştığı ve saçma kavramının nasıl ele alındığını ‘Yabancı’ yı okuduğunuzda anlarsınız ve yazmadan edemeyeceğim Nietzsche’nin; yazdıklarını bırakın hayatının kendisi Var’oluşun gövde gösterisidir.
Tabi ki Ustam ve Psikologum Dostoyevski’nin çıldırtan diyalektiğiyle satır satır ördüğü Var’oluşu ancak ‘Yeraltından Notlar’ da bulabilirsiniz.
Akdenizli ressam kim mi? Belki de hayal kurmak daha güzeldir..
Selam ile..
Cengiz Cengisiz, Dr